|
Masum insanları hedef alan 11 Eylül saldırıları, tüm dünya tarafından olduğu gibi Müslümanlar tarafından da lanetlenmiştir.
|
Saldırının ardından, Amerika Birleşik Devletleri teröre karşı geniş çaplı bir mücadele başlattı. Hemen tüm dünya ülkeleri ve uluslararası topluluklar ABD’ye bu mücadelesinde destek verdiler. Teröre ve teröre destek veren tüm unsurlara karşı yürütülen bu mücadelede, ağırlıklı olarak askeri tedbirlere başvuruldu. Ancak bugün gelinen noktada, bazı başarılar elde edilmiş olmasına rağmen, söz konusu mücadelenin kesin çözüme ulaşamadığı açıkça görülmektedir.
Bunun temel nedenlerinden biri, terörle mücadele stratejisinin -büyük ölçüde- askeri tedbirler çerçevesinde belirlenmiş olması ve eğitim ve kültür alanında askeri mücadeleyi destekleyecek gerekli girişimlerin yeterince yapılmamış olmasıdır. Oysa bir sosyo-psikolojik ve ideolojik sorun olan terörü; sadece “teröre destek olan rejimlerin değiştirilmesi” gibi askeri yöntemlerle çözmeye çalışmak yanlıştır. Bu, hem arada masum insanların da hayatlarını kaybedebilecekleri bir trajedidir, hem de radikalizmi ve dolayısıyla terörizmi besleyen yeni bir etken olur. Terörün tam
anlamı ile ortadan kaldırılması, ancak terörist grupların propagandalarını etkisiz hale getirecek fikri bir mücadele ile mümkündür, askeri mücadele ise bir noktaya kadar fayda sağlayabilir.
Bu nedenle, terörle mücadelenin uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde yürütülmesi ve olabildiğince barışçı yöntemler izlenmesi gereklidir. Hukuku ve en temel insan haklarını göz ardı eden ve sivil halkın hayatını kaybetmesine neden olan her türlü faaliyetin, haklı gerekçelerle başlayan bu mücadeleye gölge düşürdüğünün unutulmaması gerekir.
|
İslam ahlakının doğru anlaşılması ve İslam’ı yanlış anlayıp uygulayanların bundan men edilmesi ise, asıl olarak Müslümanlar tarafından yapılabilecek bir iştir. ABD’nin bu konuda izlemesi gereken politika, İslam dünyasının içinden gelecek bir çözümü -kitabın başından beri üzerinde durduğumuz gibi bu çözüm Türk İslam Birliği’nin kurulmasıdır- desteklemesi, bunun yolunu açmasıdır.
Amerikan yaklaşımının bu yönde şekillenmesi, hem ABD, hem İslam dünyası hem de tüm dünya açısından çok daha hayırlı olacaktır. Bunun aksini savunanlar, dünyayı bir kan gölüne doğru sürüklüyor olabileceklerini hesaba katarak bir kez daha düşünmelidirler. Dahası ABD yönetimi, birtakım artniyetli güç merkezlerinin bu konudaki yanlış telkinlerine de itibar etmeme konusunda dikkatli olmalıdır. Söz konusu güç merkezleri, İslam’ı bir din ve medeniyet olarak “düşman” sayma yanılgısına kapılmış, Batı ile İslam dünyaları arasında kanlı bir savaş yaşanmasını şiddetle arzu eden bazı ideolog ve stratejistlerdir. Bunlar, ABD yönetiminin terörle mücadele politikasını ısrarla “İslam’la mücadele” gibi göstermek ve sonuçta da o hale getirmek çabası içindedirler. Amerikan yönetiminin söz konusu “Batı-İslam savaşı” senaryolarını kesin biçimde reddeden sağduyulu açıklamaları, 11 Eylül’den bu yana olumlu sonuçlar vermiştir. Ancak bu açıklamaların uygulanan politikalara da yön verdiğinin dünya kamuoyu tarafından fark edilecek şekilde belirginleşmesi gerekmektedir.
ABD Dünya Barışının Tesis Edilmesine Nasıl Katkıda Bulunabilir?
|
Amerikan Savunma Bakanı Yardımcısı Paul Wolfowitz, 11
Eylül saldırıları sonrasında geliştirilen Bush doktrininin
teorisyenlerinden biridir.
|
11 Eylül olayları ile birlikte Amerikan yönetimi yeni
bir dış politika ve ulusal güvenlik stratejisi belirledi. Terör
saldırılarından bir hafta sonra Başkan Bush’un ulusa sesleniş
konuşmasında ana hatları ifade edilen ve “Bush doktrini” olarak da
anılan bu strateji, pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi. ABD’nin
kendi ülkesini korumak için her zaman düşmandan önce davranacağı
anlamına gelen -ve bu anlamda belli noktalarda meşru kabul edilebilecek-
bu stratejisi, yeni bir dönemin başlangıcı demekti. Saldırıların
ardından oluşan psikolojik ortamda, Amerikan Başkanı George Bush’un
hamiyet duygularından istifade edilerek belirlenen bu strateji, ABD’deki
bazı sertlik yanlısı çevreler tarafından farklı yönlere çekilmek
istendi. Söz konusu çevreler bu yaklaşıma dayanarak ABD’nin, neredeyse
tüm Ortadoğu’yu hedef alan ve yaklaşık 20 yıl sürecek bir savaşa
hazırlanması gerektiğini ileri sürdüler. Bu yaklaşımın büyük bir hata
olduğuna ve terörü körükleyeceğine dikkat çeken daha ılımlı çevreler
ise, bu stratejinin büyük riskler içerdiğine işaret etmektedirler. Bu
risklere geçmeden önce, bu doktrinde yer alan “önleyici saldırı” kavramı
üzerinde kısaca durmakta fayda vardır.
Bugün dünyanın yegane süper gücü konumundaki ABD’nin, dünyanın farklı
bölgeleri için siyasi planları ve stratejileri olması doğaldır. ABD
müdahalelerinin zaman zaman olumlu sonuçlar doğurduğu örnekler de
vardır. Örneğin 1990′lı yıllarda önce Bosna-Hersek’i ardından da
Kosova’yı hedef alan Sırp saldırganlığının dizginlenmesinde, ABD’nin
Sırplara yönelik askeri ve diplomatik müdahalelerinin büyük yararı
olmuştur. Burada önemli olan, ABD’nin müdahil olduğu coğrafyalarda;
farklı grupların haklarını gözeten, adil, insan haklarına saygılı ve
barışçı bir politika izleyip izlemediği, kısaca uluslararası hukuka uyup
uymadığıdır.Uluslararası ilişkilerde bir ülkenin kendi güvenliğini sağlamaya yönelik aldığı tedbirler belirli ölçülerde anlayış ile karşılanır. Elbette her ülke, kendi bekasını ve geleceğini korumak isteyecek, bunun için çeşitli stratejiler geliştirecektir. Ancak bu koruma duygusu, hiçbir zaman diğer milletlerin veya ülkelerin haklarına haksız yere müdahale etmeyi kapsamamalıdır. Bir ülkenin hem kendi vatandaşları, hem de dünya halkları için izleyeceği en güvenli ve başarılı strateji; barışı ve huzuru korumaya yönelik olan stratejidir. Barışsever her türlü strateji, insanlığa refah ve güvenlik getirir. Barışı ve düzeni bozmaya yönelik her türlü girişim ise son derece tehlikeli ve zararlıdır.
|
Bosna-Hersek ve Kosova’da yaşanan Sırp zulmüne, ABD
öncülüğünde yapılan müdahale, Sırp saldırganlığının dizginlemesinde
önemli rol oynamıştır.
|
Pek çok yanılgı içeren bu mantığa göre, uluslararası ilişkiler hukuka değil güce dayalıdır. Bu kimselerin talebi, Amerika’nın bir tür “güç” gösterisinde bulunması, düşmanlarına halen güçlü olduğunu “en etkili” şekilde göstermesidir. Sertlik yanlıları, ABD’nin ancak savaşarak askeri üstünlüğünü sürdüreceği ve her zaman için “ilk vuran” olması gerektiği yanılgısına kapılmışlardır. Elbette bu tehlikeli yaklaşım tüm Amerikan yönetimini temsil etmemektedir.
Sertlik yanlıları zaman zaman Amerikan politikasında ağırlık kazanmakla birlikte, yönetim ve danışman kadrolarında itidalli ve barışçıl bir politika izlenmesi gerektiğini savunan çok sayıda kişi de yer almaktadır.
Başta ABD olmak üzere tüm dünya ülkelerinin her zaman barış yönünde tavır alması, her koşul altında barışı savunup desteklemesi gerektiği açıktır. “Güçlü olanın haklı olduğu”, “sorunların güç kullanımıyla doğru orantılı olarak çözüleceği” gibi yanılgılara sahip olan çevreler, söz konusu telkinleri ile kendi ülkelerini de ciddi bir çıkmazın içine sürüklemektedirler.
|
Geçtiğimiz yüzyıl milyonlarca insanın ölümüne ve çok
büyük maddi kayıplara neden olan büyük savaşların yüzyılı oldu. Bu
yüzyılda daha fazla savaş yaşanmaması için sorunların barışçıl
yöntemlerle çözülmeye çalışılması son derece önemlidir.
|
Ayrıca söz konusu çevreler, savundukları bu uygulamalar ile diğer devletlere nasıl bir örnek teşkil edeceklerini de göz önünde bulundurmalıdırlar. Diğer ülkelerin de kendilerini koruma güdüsüyle harekete geçmelerinin ve uluslararası hukuka ve teamüllere kendilerini bağlı görmemelerinin nelere mal olacağını hesaba katmalıdırlar. Rusya, Çin, Hindistan -ve elbette İsrail- gibi nükleer silahlara sahip ülkelerin de benzer bir “önleyici saldırı” stratejisini uygulamaya geçirmeleri durumunda, dünyanın nasıl büyük bir karmaşa ve çatışma içine düşeceği aşikardır. Böyle bir olasılığın gündeme gelmesi bile büyük bir tehlikedir.
Elbette tüm ülkeler gibi ulusal menfaatlerini korumak ve kendisini potansiyel tehlikelere karşı savunmak ABD’nin de hakkıdır ve uluslararası toplum, özellikle de 11 Eylül olaylarından sonra, ABD’nin bu hakkına büyük saygı göstermektedir. Bu hakkın hem ABD hem de dünya ülkelerinin faydasına olacak şekilde kullanılması ise, atılacak adımların uluslararası hukuk çerçevesinde belirlenmesiyle sağlanabilir. Söz konusu stratejinin keyfi uygulamalara neden olmasını engelleyecek en önemli öge, uluslararası hukuk ve bu hukuk çerçevesinde uluslararası toplumun mutabakatının sağlanması olacaktır. Aksinde ise stratejinin uygulayıcılarının, hem kendi ülkelerini büyük bir krizin içine itmeleri hem de dünya barışını tehdit edici unsurlara dönüşmeleri kaçınılmazdır.
Tüm bu nedenleri göz önünde bulundurarak Amerikan yönetiminin bu stratejisini bir kez daha gözden geçirmesi şarttır. Dünya barışını korumak ve istikrar sağlamak isteyen bir Amerika’nın bunun için başvuracağı yol sertlik ve şiddet değil, itidal, sağduyu ve adalet olmalıdır.
|
Savaşın çözüm olmadığı gerçeği Amerikan vatandaşları
ve sivil toplum kuruluşları da dahil olmak üzere pek çok çevre
tarafından ifade edilmiştir. Bunlardan biri de yanda açıklamaları yer
alan Amerikan Ulusal Kiliseler Konseyi’dir. Onlarca din adamı bu
çağrıları ile dindar Amerikalıların barıştan yana olduklarını ifade
etmişlerdir.
Internet üzerinden savaş karşıtı yayın yapan bir başka sivil toplum kurumu da, Barış İçin Birlik hareketiydi.Amerika’daki barış taraftarı sivil toplum kurumlarından biri de, Emekli Askerler Birliği’dir. Yukarıda söz konusu kuruluşun savaş karşıtı yürüyüşleri görülmektedir. |
Bu yönde yapılacak kültürel çalışmalarda, ABD yönetimi sivil toplum kuruluşları ile iş birliği yapabilir. Son dönemlerde bu konuda çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşlarının sayısında artış olmuştur ve bu sevindirici bir gelişmedir. Ancak sorunun tam anlamıyla çözüme kavuşması için, hem yapılan faaliyetlerin etki alanı genişletilmeli, hem de bu faaliyetler devlet yönetimi tarafından destek görmelidir.
Tüm bunların yanı sıra Amerikan yönetimi, Hıristiyanlığın temel değerlerinin de savaşa ve düşmanlığa karşı olduğunu unutmamalıdır. Allah insanlara yeryüzünde kargaşa çıkarmamalarını, huzuru ve güvenliği bozmamalarını emretmiştir. İnançlarına değer veren bir Amerika’nın dünyaya korku ve tedirginlik değil, huzur ve güven vermesi, barışçıl yaklaşımı ile tüm insanlığa örnek olması gerekir. İnançlı Hıristiyanlar olduklarını sık sık vurgulayan Bush yönetimi üyeleri, İncil’e göre Hz. İsa (as)’ın kendilerine, “Ne mutlu barış yapanlara” (Matta Bap 5, 9) sözleri ile yeryüzünde barış elçileri olmalarını emrettiğini unutmamalıdırlar.
Bu doğrultuda Amerikalı din adamları da, Amerikan yönetimine olumlu çağrılarda bulunmaktadır. Amerikan Ulusal Kiliseler Konseyi tarafından (50′ye yakın imza ile), Başkan Bush’a hitaben yazılan bir mektup bu çağrının örneklerinden biridir. Henüz Irak Savaşı’nın başlamadığı günlerde kaleme alınmış olan mektup, önemli hatırlatmalar içermektedir:
… Bu mektubu, Allah tarafından bizlere verilmiş olan nimetlerin, milletimizin yapacağı eylemler nedeniyle zarar görebileceği endişesiyle yazıyoruz. Amerikan kiliseleri ve kiliselere bağlı örgütlerin liderleri olarak, tarafınızdan ve yönetimde yer alan bazı kimseler tarafından, Irak’a karşı yapılması düşünülen “önleyici askeri saldırı” ile ilgili açıklamalarınız bizleri alarma geçirdi. Saddam Hüseyin’in komşularına ve kendi halkına ve hatta Amerika’nın çıkarlarına karşı bir tehdit olduğunu kabul etmekle beraber, böyle bir askeri harekatın tamamen yanlış olduğunu düşünüyoruz. Ahlaki değerlere dayanarak, Amerika’nın Irak’a saldırıda bulunmasına karşıyız…Saddam Hüseyin hükümetine karşı yapılacak askeri bir harekat ve sonrasında gelişecek olaylar, çok fazla sayıda sivilin hayatını kaybetmesine veya yaralanmasına neden olacak, pek çok masum insan acı çekecektir… Milyonlarca vatandaşımızı temsil eden Hıristiyan liderler olarak, hükümetimizin bizim için önemli olan ahlaka ve değerlere uygun hareket etmesini; savaşı değil barışı savunmasını, uluslararası toplum ile birlikte hareket etmesini, uluslararası kanun ve sözleşmelere saygı göstermesini ve insan hayatına değer vermesini talep ediyoruz.21
|
Hayır, kim
(güzel davranış ve) iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse,
artık onun Rabbi Katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar
mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 112)
Herkesin (her toplumun) yüzünü çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse
hayırlarda yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya
getirecektir. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. (Bakara Suresi,
148) |
Savaşların Neden Olduğu Yıkımlar
Savaş, savaşın tüm taraflarına her zaman acı ve gözyaşı getiren, büyük kayıplar verdirten çok büyük bir zulümdür. Din ahlakı insanların anlaşmazlıklarını barışçıl yollarla ortadan kaldırmalarını, uzlaşmacı bir tavır göstermelerini gerektirir. Din ahlakını yaşayan bir insan kin, intikam, öfke gibi kötü özelliklerden sakınır, affedici ve şefkatli bir tutum sergiler. İnsanların din ahlakından uzaklaşmaları ise hem toplum içinde, hem de toplumlar arasında çatışmanın teşvik edildiği bir ortam meydana getirir. Yakın tarihte yaşanan iki büyük dünya savaşı da din ahlakına uygun olmayan ideolojilerin insanları sürüklediği büyük belalardır.10 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı, Avrupa’dan Ortadoğu’ya çok geniş bir cephede büyük yıkımlar meydana getirdi. I. Dünya Savaşı gibi hiçbir haklı ve meşru nedene dayanmayan II. Dünya Savaşı da çok kanlı bitti; 55 milyon insan bu acımasız savaş nedeniyle hayatını kaybetti. Üstelik bu savaşı yaşayanlar tarihte eşine az rastlanır vahşetlere şahit olmuş, toplama kamplarında milyonlarca masum insanın yok edilişine tanıklık etmişlerdi.
TERÖRÜN KÖKENİ DARWİNİZM’DİR
Darwinizm’in çatışmayı, barbarlığı, savaşı teşviki, yukarıda
yüzeysel olarak değindiğimizden çok daha ciddi boyutlardadır. Darwinist
felsefenin insanlara kan, acı ve gözyaşından başka bir şey getirmediği
ise ortadadır. Darwinist mantıklarla eğitilen insanların, birbirlerine
adeta hayvan muamelesi yapmayı, hatta birbirlerini öldürmeyi son derece
olağan karşılayan zalimane fikirlerle beyinleri yıkanmıştır. 20.
yüzyılda insanlığı felaketlere sürükleyen çeşitli şiddet yanlısı
ideolojiler, Darwinizm’e dayanarak “kendinden olmayanla çatışmayı veya
savaşmayı” desteklemişler, hatta en önemli yöntemleri olarak
benimsemişlerdir. Darwinizm’in insanların bilinçaltına aşıladığı “insan,
çatışan hayvandır” yalanının son derece etkili olduğunu günümüzdeki
ürkütücü terör olaylarında da görmek mümkündür. Bu kişileri terörün ve
şiddetin sözde doğru olduğuna inandıran şey, “bu dünyada güçlüler ayakta
kalır”, “büyük balık küçük balığı yutar”, “savaşmak erdemdir”, “insan
savaşarak yücelir” gibi temeli Darwinizm’e dayanan tehlikeli
sloganlardır. Aslında Darwinizm kaldırıldığında, geriye “çatışmacı” bir
felsefe de kalmamaktadır.Yeryüzündeki insanların büyük bölümünün inandığı üç İlahi din de (Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslam) çatışmacılığa karşıdır. Detaylarını ileriki bölümlerde göreceğimiz gibi, her üç din de, yeryüzünde barış ve huzur sağlanmasını amaçlamakta, masum insanların öldürülmesine, zulüm ve işkence görmesine karşı çıkmaktadır. Çatışmayı ve şiddeti, Allah’ın insanlar için belirlemiş olduğu ahlaka aykırı olan, anormal ve istenmeyen kavramlar olarak kabul etmektedir. Oysa Darwinizm, çatışmayı ve şiddeti, mutlaka var olması gereken, doğal, doğru ve meşru kavramlar olarak görmekte ve göstermektedir. Dolayısıyla dünyamızı saran terör belasının kökeni, herhangi bir İlahi dinde değil, dinsizlikte, dinsizliğin çağımızdaki tanımları olan “Darwinizm” ve “materyalizm”de gizlidir. Günümüzde dünyanın hemen her ülkesinde, Darwinizm’in tüm okullarda bilimsel bir gerçekmiş gibi okutulduğu düşünülürse, yeni terörist gençlerin yetişmesi de kaçınılmaz olacaktır. Bu bakımdan, sözde rastlantılar sonucunda oluşmuş, ataları hayvanlar olan, Allah’a karşı sorumlu olmayan, başıboş varlıklar oldukları ve ancak savaş ve çatışma ile üstün gelerek hayatta kalabilecekleri öğretilen gençlerin, bu telkinlerden uzak tutulmaları son derece elzemdir. Çünkü böylesine sapkın fikirlerle yetişen gençler, çok kolaylıkla masum küçük çocukları katledecek, her türlü vicdana ve akla aykırı eylemi yapabilecek kadar zalimleşebileceklerdir. Nitekim son bir yüzyıldır dünyayı kasıp kavuran komünist, faşist, ırkçı terör grupları, bu eğitim sisteminin ürünleridir. Sonuç olarak çözüm, terörün asıl kaynağı olan Darwinizm’e karşı güçlü bir kültürel mücadele vermek ve gençlere Allah korkusunu, akılcı ve vicdanlı davranmayı öğretmektir. Bunun sonucu, Allah’ın Kuran’da bildirdiği gibi huzurlu, güvenli, affedici, sevgi dolu insanların oluşturduğu toplumlar oluşacaktır. |
Günümüzde de karşılaşılan sorunları savaşarak çözümleyeceğini sananlar, yalnızca askeri tedbirlerden medet umanlar, başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde yeni savaşlar planlayanlar tüm bu insani trajediyi bir kez daha hatırlamalı ve bu tehlikeli planlarından vazgeçmelidirler.
|
Düzene konulması (ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın… (Araf Suresi, 56)
I. ve II. Dünya Savaşları çok büyük yıkımlara neden oldu. On
milyonlarca insanın hayatını kaybettiği savaşların sonrasında, yaraların
sarılması çok uzun süre aldı. |
|
Darwinizm’in fikren tam anlamıyla ortadan
kaldırıldığı, Türk İslam Birliği’nin tesis edildiği bir ortamda bu acı
manzaraların hiçbirine bir daha rastlanmayacaktır. Kuran ahlakının
getirdiği sevecenlik, şefkat, merhamet ve sevgi tüm insanları kuşatacak,
her dinden, her düşünceden insan kardeşçe birarada yaşayacaktır.
|
Irak Savaşı’nın Maliyeti ve Düşündürdükleri
|
Irak Savaşı’nın maliyeti savaş öncesinde ve
sonrasında çok tartışıldı. Yukarıda, ünlü strateji kurumlarından
Brookings Institute’un internet sitesinde yer alan, “Savaşın Ekonomik
Maliyeti” başlıklı yazı görülmektedir. Sağda ise The New York Times’da
konuyla ilgili yayınlanan “Hedef Bağdat, Ama Ne Pahasına?” başlıklı yazı
yer almaktadır.
|
Irak Savaşı’nın öncesinde ve sonrasında savaşın
maliyeti ile ilgili özellikle ABD’de çeşitli istatistiksel çalışmalar
yapılmıştır. Farklı kurumlar ve kişiler tarafından gerçekleştirilen bu
çalışmalar, savaşın Amerika’ya maliyetini farklı açılardan
değerlendirmişlerdir. Bu çalışmalar, savaşın doğrudan etkileri dışında
dolaylı etkilerinin de önemli olduğunu ortaya koymuştur.
Örneğin Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi başkanı Senatör
Joseph Biden tarafından yapılan çalışma, maliyetin 100 milyar dolar
civarında olacağını öngörmektedir. Senatör Biden, bu rakamın haricinde
Irak’ın yeniden inşası için de 50 milyar dolar gerekeceğini ifade
etmekte ve toplam maliyeti yaklaşık 150 milyar dolar olarak
belirlemektedir. Şu anda savaş ABD’nin galibiyeti ile sona ermiş
görünmektedir ve belki de maliyet hesaplanan limitler içerisinde
gerçekleşmiştir. Ancak bu, savaş sırasında yaşanan trajedilerin
unutulmasını sağlamayacağı gibi, bu miktarın Amerikan halkının refahı
için kullanılmak yerine savaş için kullanılmış olmasını da haklı
göstermeyecektir.Sertlik yanlısı çevreler tarafından büyük bir maliyet olarak değerlendirilmeyen 100 milyar dolar, ABD’nin 0-12 yaş grubunun eğitim giderleri için ayırdığı bütçenin üç, uluslararası ilişkiler bütçesinin ise dört katıdır. Bu miktar ile Amerika’da sigortası olmayan tüm çocukların beş yıl boyunca bütün sağlık giderlerinin karşılanması da mümkündür. Amerikan halkının yaşam standartının daha da iyileştirilmesi için kullanılabilecek bu paranın, binlerce insanın ölümüne neden olan bir savaşa harcanması elbette ibret vericidir. Ayrıca, tekrar hatırlatmak gerekir ki bu, en iyi koşullar düşünülerek yapılmış bir hesaplamadır. Pek çok emekli askeri yetkili ve savunma stratejisti –savaş sonrasında yaşanacak potansiyel riskleri de göz önünde bulundurarak- maliyetin şu anki haliyle kalmayacağını da ifade etmektedirler.
Nitekim Amerikan tarihinde yaşanan çeşitli savaşlar, savaşların planlanandan çok daha maliyetli olduğunu göstermektedir. Örneğin Lincoln’ün Hazine Bakanı, yapılacak savaşın Kuzey’e 240 milyon dolara mal olacağını planlamış, ancak savaşın bütçeye yükü planlanandan 13 kat daha fazla, yani 3 milyar 200 milyon dolar olmuştur. Benzer bir şekilde, Vietnam Savaşı için 1966 yılı bütçesinde 10 milyar dolar ayrılmış ve savaşın 1967 yazında sona ereceği tahmin edilmiş, ne var ki savaş 1973′e kadar sürmüş ve savaşın bütçeye doğrudan etkisi 110-150 milyar dolar olmuştur.22 Kısa sürede neticeleneceğinden emin olunan Vietnam Savaşı, 47 binden fazla Amerikan askerinin cephede, 11 bin askerin diğer nedenlerle ölmesine, 303 bin askerin de yaralanmasına neden olmuştur. 1 milyondan fazla sivilin hayatını kaybettiği bu savaşta, 225 bin Vietnamlı asker ölmüş, 570 bin asker de yaralanmıştır.23
|
Türk İslam Birliği, dünya barışının tesis edilmesinde
önemli bir adım olacaktır. Karşılaşılan çeşitli sorunlar bu birlik
aracılığıyla, çok kısa bir süre içerisinde barışçıl yollarla
giderilebilecek, tüm anlaşmazlıklar adil neticeye kavuşturulacaktır.
|
|
Pek çok Amerikalı stratejist ve düşünür tarafından da işaret edilen bu gerçek, ünlü ekonomist ve Yale Üniversitesi öğretim görevlilerinden Prof. William Nordhaus tarafından hazırlanan “The Economic Consequences of a War With Iraq” (Irak’la Savaşın Ekonomik Neticeleri) başlıklı raporun “Sonuç ve Öneriler” bölümünde, şöyle ifade edilmektedir:
Siyasi açıdan da tek başına hareket etmek, özellikle de İslam ülkelerinin desteğini almadan hareket etmek, hem ılımlı çevrelerde rahatsızlığa neden olacak hem de radikal hareketlere zemin hazırlayacaktır…. .24
Savaşın Perde Arkasında Kim Var?
Savaşın tüm olumsuzluklarını ve zararlarını gözler önüne seren bu tabloya rağmen, Amerika’nın nasıl olup da böyle bir savaşı başlattığı kuşkusuz üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Çoğu yorumcu, ikinci Irak Savaşı’nın aslında 11 Eylül’den de, kitle imha silahları ile ilgili kuşkulardan da çok daha önce planlandığı görüşündedir.Bu savaş, Ortadoğu’ya yönelik yeni Amerikan stratejisinin bir parçasıdır. Bu stratejiyi geliştirenler, henüz 1997 yılında Amerika’nın Saddam’ı vurması ve iktidardan indirmesi gerektiğine karar vermişlerdir. Bu yöndeki ilk işaret, 1997 yılında ortaya çıkmıştı. Washington’daki bir grup stratejist, İsrail lobisinin telkinleriyle, kurdukları PNAC adlı “think-tank”le Irak’ın işgali senaryosunu savunmaya başlamıştı. PNAC’in en kayda değer isimleri ise, sonradan George W. Bush yönetiminin en etkin isimleri haline gelecek olan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve Başkan Yardımcısı Dick Cheney idi. Gerçekte ABD önderliğinde istikrarlı bir dünya kurmak gibi makul bir amaçla yola çıkmış olsalar da, İsrail lobisinin etkisiyle, bu amacın Ortadoğu’da bir savaş gerektirdiği fikrine kapılmışlardı. Oysa çok yönlü bir değerlendirme yaptıklarında, bu fikrin ciddi bir yanılgı olduğunu açıkça görebileceklerdir. Eğer amaç istikrar kurmak, bir düzen oluşturmak ise, savaşın hiçbir zaman düzen oluşturucu bir etkisi olmayacağı açıktır. Tam tersine savaş, mevcut düzeni yerle bir eden, insanlara sürekli kayıp getiren bir durumdur. İstikrarın barışın korunmasıyla sağlanabileceği tarihi bir gerçektir.
ABD TARİHİNDEKİ SAVAŞLARIN MALİYETLERİ
|
Yukarıdaki tablolarda, katıldığı büyük savaşların ABD’ye ne kadar can ve mal kaybına neden olduğu görülmektedir. |
Gerçekte, Donald Rumsfeld, Başkan Yardımıcısı Dick Cheney ve küçük bir grup muhafazakar ideologlar Amerika’nın Irak’ı işgalini savunmaya henüz 1997 yılında başlamışlardı -yani 11 Eylül saldırılarından 4, Başkan Bush’un göreve başlamasından 3 yıl önce.
Peki PNAC üyelerinin Saddam’ı düşürmek konusunda bu kadar ısrarlı olmalarının nedeni neydi? Aynı makalede bu konuda şunlar yazılıdır:Kendilerine PNAC (Project for the New American Century-Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi) adı verilen bu garip ve belirsiz siyaset grubu, Cheney, Rumsfeld, Rumsfeld’in yakın yardımcısı Paul Wolfowitz ve Bush’un kardeşi Jeb Bush’u da içeriyordu. Ve daha o zamanlar bile, Ocak 1998′de, Başkan Clinton’ı Irak’ı işgale ikna etmeye çalışmışlardı. Rumsfeld tarafından imzalanarak Clinton’a gönderilen mektup, “Size Amerika’nın ve müttefiklerinin çıkarlarını tüm dünyada güvence altına alacak yeni bir stratejiyi açıkça başlatmanızı öneriyoruz” diye başlayan mektup, “bu strateji, en başta, Saddam Hüseyin rejiminin düşürülmesini hedeflemelidir” diye devam ediyordu.25
Petrol, PNAC’in Irak hakkındaki politika açıklamalarında arka planda bir yer tutsa da, itici güç gibi gözükmüyor. Pennsylvania Üniversitesi’nden siyaset bilimi profesörü ve Ortadoğu uzmanı Ian Lustick, Bush’un politikasını eleştirirken, petrolün savaş taraflarınca asıl olarak savaşın masrafını karşılamaya yönelik bir unsur olarak görüldüğüne dikkat çekiyor. PNAC’tan Schmitt ise, “ben Texas’tanım ve bildiğim petrolcülerin hepsi askeri bir operasyona karşı” diyor, “petrol pazarı istikrarsızlık istemiyor.” Profesör Lustick’e göre ise, (savaş için) daha güçlü ama gizli bir motivasyon kaynağı, İsrail olabilir. Bush yönetimindeki şahinlerin, Irak’taki bir güç gösterisinin, Filistinlileri İsrail için avantajlı olan bir barış planını kabul etmeye ikna edeceğini hesapladıklarını söylüyor.26
|
Söz konusu savaş stratejisini savunanlar, her ne kadar “Amerikan çıkarları”ndan söz etseler de, aslında savundukları şey İsrail’in çıkarlarıdır. Çünkü gerçekte Amerika’nın tüm bir Ortadoğu’yla savaşmak, bu bölgedeki halkları kendine karşı kışkırtmak gibi bir stratejide çıkarı olamaz. Amerika’nın, bazılarının iddia ettiği gibi, “anti-İslami” bir ideolojisi ve stratejisi de yoktur. Daha önce de belirttiğimiz gibi 1990′larda Sırp vahşetine maruz kalan Balkan Müslümanlarının (Bosnalıların, Kosovalıların ve son olarak da Makedon Müslümanlarının) en büyük destekçilerinden biri Amerika olmuştur. Amerika’nın Müslüman kitlelerle karşı karşıya geldiği tek coğrafya Ortadoğu’dur ve bu da Amerika’nın, bir kısım yöneticilerinin bu ülkenin dış politikasında inanılmaz bir güce sahip olan İsrail lobisinin etkisiyle, İsrail taraflı hareket etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu kişilerin bu yöndeki yanlış yönlendirmelerin etkisinden kurtularak, Ortadoğu’daki durumu ön yargısız bir şekilde değerlendirmeleri, çok daha adil bir yaklaşımın geliştirilmesine aracı olacaktır.
|
Her ne kadar petrol, Irak Savaşı’nın gerekçelerinden
biri gibi görünse de, araştırmacılar bu savaşın perde arkasında çok daha
farklı gerçekler olduğunu ifade etmektedirler.
|
Oysa gerçekte Müslümanlarla çatışmak İsrail’in de çıkarına değildir. Hem Musevi ve Hıristiyanların hem de Müslümanların bu topraklarda, diledikleri gibi ibadet etme ve yaşama hakkı vardır. Ne var ki İsrail’de etkin olan ateist Siyonistlerin, izlediği politika yalnızca Müslümanlara zulümle kalmamakta, Hıristiyanları ve Musevileri de tedirgin etmektedir. İsrail, tüm Ortadoğu’yla daimi bir savaş içinde olmak yerine, işgal ettiği topraklardan çekilmeyi ve gerçek bir barış yapmayı seçse, bu hem kendi vatandaşları hem de tüm Ortadoğu halkları için çok daha iyi olacaktır. Dolayısıyla Ortadoğu’yu savaşa sürükleyen, hatta global bir “medeniyetler çatışması” körüklemek isteyen ateist Siyonist zihniyete karşı fikren mücadele etmek, İsrail’deki 4.5 milyon Musevi vatandaşının da güvenliği için gerekmektedir.
Unutmamak gerekir ki, ateist Siyonizm bu topraklarda yaşayan tüm Yahudi olmayan insanları şiddet ve terör yoluyla yurtlarından etmeyi ve hatta gerekirse katliama uğratmayı hedeflemekte, dindar Musevilere de çok ciddi baskılar uygulamaktadır. Irkçı, şoven ve işgalci bir ideolojidir. Ancak, bilgi eksikliği ya da yanlış bilgilendirme nedeniyle ateist Siyonist ideoloji hem Musevi hem Hıristiyan dünyasında bazı kimseleri etkileyebilmektedir. Radikal görüşlerin etkisi altında kalanlara, büyük bir yanlışın içinde olduklarının gösterilmesi ve doğru yola davet edilmeleri, yeryüzünde barışın hakim olmasını isteyen herkesin sorumluluğudur. Bunun için samimi dindar Yahudilerin, vicdan sahibi Hıristiyanların ve Müslümanların ittifak halinde hareket etmeleri önemlidir. İnsanların ateist ve radikal Siyonizm denen faşizan, Sosyal Darwinist, işgalci ideolojiden bir an önce kurtularak gerçeği görmeleriyle dünya barışının önündeki büyük bir engel kaldırılacak, şiddete destek verenler barışın savunucusu haline gelebileceklerdir.
|
Amerika’da savaş yanlısı kişilerin İsrail ile olan
bağlantısı Amerikan medyasında büyük tartışmalara neden oldu. Patrick
Buchanan’ın “Whose War?” (Kimin Savaşı?) başlıklı yazısı medyada konuyla
ilgili çıkan haberlerde ele alınan bilgileri incelemekteydi. The New
York Times’da yayınlanan “Is It Good for Jews?” (Yahudiler İçin İyi mi?)
başlıklı yazıda ise, İsrail’in Irak Savaşı’ndan ne gibi menfaatleri
olduğu ele alınmıştı. National Review’da yayınlanan ve altta yer alan
iki makelede ise, Yahudilerin hepsini savaş yanlısı gibi göstermenin
yanlış olduğuna dikkat çekilmekteydi.
|
|
Filistin, Yahudilerin, Hıristiyanların ve
Müslümanların barış içinde birarada yaşayabilecekleri bir toprak
olmalıdır. Müslüman idaresindeki Filistin’de asırlar boyunca sağlanan
huzur ortamının bugün de yeniden inşa edilmesi mümkündür.
|
TASCA (Türk Arap Bilim, Kültür ve Sanat Derneği) RÖPORTAJI, 21 KASIM 2008
Adnan Oktar:Türk
İslam Birliği zaten uluslararasıdır. Ama kardeşler arası diyelim.
Kardeşler arası bir çalışma. Tabii ki, Türk devletlerinin hepsine
ulaşmaya çalışıyoruz. İslam ülkelerinin hepsine ulaşmaya çalışıyoruz, ama Hıristiyanlar da Museviler de Allah’ın bize emanetidir. Ben onlara karşı derin bir şefkat, derin bir sevgi ve koruma hisleri içerisindeyim. Onun
için ben Türk İslam Birliği içerisinde özellikle Ermenistan’ın
bulunmasını istiyorum. Özellikle İsrail’in bulunmasını istiyorum. Ki
görsünler, kendilerine gösterilecek sevgiyi, ilgiyi, alakayı, desteği,
yardımı ve ne kadar hürriyet içinde olacaklarını, ne kadar dostane ve
sevecen davranılacağını görsünler şeklinde bir isteğim var inşaAllah. Çünkü
mesela Museviler, Hz. Musa (as)’a bakın kaç bin yıldan beri bir sadakat
gösteriyorlar. Bu çok güzel bir şey. Mesela Hıristiyanlar, Hz. İsa
(as)’ya 2000 yıldan beri sadakat gösteriyorlar. Bu çok güzel bir şey.
Ama bilmiyorlar. Fetret devri gibi bir devirdeyiz. Fark etmemiş
olabilirler. Kuran’ı anlamamış olabilirler. Kuran’ın aleyhinde onları
çok kışkırtıyorlar. Ama anladıkça, öğrendikçe bir çok şeyi fark etmeye
başladılar. Mesela teslis inancının yersizliğini anlamaya başladılar.
Mesela Museviler, ahiret inancının önemini daha iyi kavramaya
başladılar. Tevrat’ta var, fakat çıkartmışlar. Buna rağmen Tevrat’ta
görülüyor ahiret inancı. Bunu, Kuran’ın etkisiyle güçlendirmeye
başladılar. Bu insanlara Kuran, İslam anlatıldıkça, hiç olmazsa şirk
olan ve yanlış olan yönlerini düzeltiyorlar. Yani bu da çok büyük bir
başarıdır, bir nimettir ve güzelliktir. Cenâb-ı Allah diyor ya ayette,
şeytandan Allah’a sığınırım, “Gelin ortak bir kelimeye gelelim. Allah’ın
birliğine…” Buna davet ediyoruz ve onlar da bizlerin kardeşleridir.
Onlar da eski İslam dinidir, tahrif olmuştur, ama eski İslam dinidir ve
Ehl-i Kitap’tır onlar. Dolayısı
ile en az Müslümanlar kadar sevgiye, saygıya, korunmaya, hakkı olan
insanlardır. Dolayısı ile onlar da huzur ve güvenlik içinde
olacaklardır. |
Yahudi Din Adamlarının Başlattığı Barış İçin Oruç Çağrısı
Irak krizinin başlangıcından itibaren, dünyanın
farklı bölgelerinden din adamları barış için çeşitli girişimlerde
bulundular. Bunlardan biri de, Shalom adlı Yahudi barış örgütünün
yöneticilerinden Haham Waskow’un başlattığı, “Barış için Oruç”
çağrısıydı. Dünyanın çeşitli ülkelerinden farklı mezheplere ve inançlara
mensup onlarca din adamının bu çağrıya katılmasıyla, üç İlahi dinin
mensuplarının da aslında savaşa karşı oldukları bir kez daha gösterilmiş
oldu. Çağrıda, kısaca şu noktalar üzerinde durulmaktaydı:
Amerikalılara, gerçek barışı aramak ve dua etmek için oruç tutmak çağrısında bulunuyoruz. Bize barışı ve adaleti emreden, bağışlayan Allah’ın adıyla… Allah bize barışı aramamızı ve barış için çalışmamızı emreder. Büyük bir endişe ile görüyoruz ki, ne Irak hükümeti ne de Amerikan yönetimi Allah’ın bu emrini ana hedef olarak görmemektedirler… Allah bize, komşularımızı sevmemizi, yabancılara iyi davranmamızı ve kendimize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi başkasına da yapmamamızı emreder…. Allah bizden, açları doyurmamızı, evsizlere ev bulmamızı, fakirleri giydirmemizi, dünyayı güzelleştirmemizi, ruhlarımızı ve zihinlerimizi özgürleştirmemizi ister… Allah bize harekete geçmeden önce düşünmemizi ve dua etmemizi emreder. Yeterli deliller ve açık kanıtlar bulunmadan başlayan bu savaşın başkalarına değil, kendi ailelerimize de ölüm getireceğini üzüntüyle görüyoruz. Bu savaş, inançlarımız ve geleneklerimiz tarafından kutsal kabul edilen pek çok mekanın bulunduğu bu bölgeyi yakıp yıkacaktır. Bu büyük tehlike anında, Allah’a yöneliyoruz…
|
Gerek İsrail’de gerek ABD’de, Yahudilerin
Müslümanlarla birarada barış içinde yaşayabileceğini ve bu barışın
sağlanması için her iki tarafın da özveride bulunması gerektiğini
savunan çok fazla sayıda Yahudi vardır. Barış yanlısı Yahudiler,
İsrail’in Filistin halkına karşı uyguladığı zulüm politikasını şiddetle
eleştirdikleri gibi, Irak Savaşı’na da karşı çıkmışlardır. ABD’de
faaliyet gösteren Tikkun isimli Yahudi organizasyonun sitesinde yer alan
makalede, önleyici saldırı kavramının yanlışlıkları ortaya
konulmaktadır. Sağ üstte, Tel Aviv’de Yahudi ve Arapların ortak
katılımlarıyla gerçekleştirilen savaş karşıtı gösteri ile ilgili bir
haber yer almaktadır. “Yahudiler Neden Irak Savaşı’na Karşı
Olmalıdırlar?” (Why Jews Should Oppose War on Iraq) başlıklı, Haham
Arthur Waskow tarafından yazılan makalede ise, Yahudi dininin gerçekte
her türlü zulme ve saldırganlığa karşı olduğu vurgulanmaktadır.
Yeni Şafak Gazetesi, 1.4.2003 |
|
Üstte Shalom grubu tarafından hazırlanan ve samimi
olarak iman eden Yahudilerin neden savaşa karşı olmaları gerektiğini
açıklayan ilan görülmektedir. İlanın başlığı: Yahudiler “Hayır” diyor…
Neden? Altta ise, “Barış için Oruç” çağrısının metni yer almaktadır.
resim – Haham Waskow |
Saddam Hüseyin’in Darwinist İdeolojisi
|
Saddam Hüseyin, 1960′lı yıllarda Arap dünyasını
sarmış olan “Arap sosyalizmi” akımının yanlış bir yola sürüklediği pek
çok insandan biridir.
|
Saddam Hüseyin, 1960′lı yıllarda Arap dünyasını sarmış olan “Arap sosyalizmi” akımının yanlış yola sürüklediği pek çok insandan biridir. Arap sosyalizmi, aşırı bir milliyetçilik ve fanatik bir üçüncü dünya solculuğunu birleştiren ve esas olarak da Sovyetler Birliği’nden destek gören bir hareketti. Sovyetler Birliği’nin Stalinist rejimi ve öğretisi, Arap sosyalistlerinin de dünya görüşüne damga vurdu. Bu nedenle saldırgan, baskıcı ve savaşçı bir siyaset geliştirdiler. Saddam, bu yanlış ideolojinin Irak’taki temsilcisi olan Baas Partisi’nin önde gelen bir militanıydı. Gençlik yıllarında örgütlediği Cihaz Hanin adlı terör çetesi aracılığıyla Baas karşıtı siyasi grup ve kişilere karşı çeşitli suikastler düzenledi. Baas’ın 1963′teki ilk darbesinden sonra, Saddam’ın yönetiminde bir “sorgu merkezi” kurulmuş ve burada pek çok insana korkunç işkenceler yapılmıştı. Saddam’ın yeni “işkence yöntemleri” geliştirdiği biliniyordu.
İnandığı Stalinist ideolojinin etkisiyle acımasız bir kişilik geliştiren Saddam Hüseyin, iktidarı boyunca da acımasız yöntemler kullandı. 1980′de İran’ı işgal ederek 8 yıl sürecek çok kanlı bir savaş başlattı. 10 yıl sonra bu kez Kuveyt’i işgal etti. Ülke içinde de kendisine muhalif olarak gördüğü kişi ve gruplara karşı vahşet uyguladı. 1988 yılında Kuzey Irak’taki Halepçe köyüne karşı kimyasal silahlarla düzenlediği ve 5 bin masum insanın feci şekilde ölümüyle sonuçlanan saldırı, Saddam rejiminin insanlık suçlarından biriydi.
Tüm bunlar, Saddam’ın Irak’a liderlik yapabilecek vasıfta bir insan olmadığını göstermektedir. Bir liderden beklenen, kendi halkına huzur, güvenlik, mutluluk ve refah sağlaması, komşularına ve dünyaya da istikrar ve barış getirmesidir.
Bugün artık Saddam iktidardan devrilmiştir, ancak savaş sonrasındaki bu süreçte izlenecek stratejiler de büyük önem taşımaktadır. Ortadoğu’da kalıcı barışın inşa edilmesi için gerekli çözüm, Saddam’ı bir tür canavar olarak göstermek değil, onu şiddet ve acımasızlığa yönelten ideolojiyi ve şartları çözümlemek ve bunların düzeltilmesi için çaba göstermektir. Saddam’ı kanlı bir diktatör yapan, savunduğu radikal Baas ideolojisi ve her türlü sorunun güçle ve hatta kanla çözülmesi gerektiğini varsayan faşizan kültürdür. Bu ideolojinin ve bu kültürün Arap dünyasından temizlenmesi, bunun yerine İslam ahlakının gerektirdiği gibi merhametli, sevgi dolu, insancıl, medeni bireyler ve kitleler yetişmesi için çok kapsamlı bir eğitim ve aydınlanma politikası yürütülmelidir. Kuran ahlakının tam anlamıyla yaşandığı bir toplumda, bu tarz sorunlarla hiçbir zaman karşılaşılmayacaktır.
Ayrıca unutmamak gerekir ki, söz konusu çatışmacı ideoloji ve kültür, sadece Bağdat’ta değil, dünyanın daha başka pek çok yerinde, hatta kimi zaman sözde din adına ortaya çıkmaktadır. Bunun çözümü ise, gerçek din ahlakının insanlara etkili bir biçimde anlatılmasıdır.
Düzen ve İstikrar Türk İslam Birliği ile Sağlanır
|
Radikal Baas ideolojisi, Saddam’ın kendi
vatandaşlarına dahi son derece zalim bir politika izlemesine neden
olmuştur. Ancak bu ideolojinin yıkıcı etkilerinin ortadan tamamen
kaldırılması için asıl üzerinde durulması gereken, söz konusu
ideolojinin telkinlerine karşı yürütülecek olan kültürel mücadeledir.
|
Dünyayı çok büyük acıların ve yıkımın içine itecek bu savaş hali, uluslararası düzenin ve yapının sarsılmasına sebep olacak, dengeleri alt üst edecek, sadece bölge insanlarını değil tüm insanlığı derinden etkileyecektir. Daha önce de vurguladığımız gibi, ABD ve diğer tüm dünya ülkeleri ulusal menfaatlerini en ileri düzeyde koruma hakkına sahiptirler. Bu onlara, güvenliklerini tehlikeye atabilecek durumlara karşı tedbir almaları hakkını da tanır. Ancak tüm ülkeler gibi, dünyanın yegane süper gücü konumundaki ABD’nin de bu hakkı, küresel dengeleri ve dünya barışını göz önünde bulundurarak kullanması gerekir. Ülkelerin ulusal güvenlik stratejilerinin, uluslararası kanunlarla uyumlu olması, keyfi uygulamaların engellenmesi açısından önem taşımaktadır. Ayrıca terörizm gibi, tüm dünya güvenliğini tehlikeye atan tehditler söz konusu olduğunda, çok taraflı iş birliklerinin güçlendirilmesi ve uluslararası ittifakın sağlanması, başarı oranını artıracaktır. İzlenecek yol, şiddetin şiddetle bastırılmaya çalışılması değil, ılımlı ve demokratik güçlerin desteklenerek gerilimin azaltılması ve çatışmaların çözülmesi olmalıdır. Unutmamak gerekir ki, 21. yüzyılın, tüm milletlerin refahının ve güvenliğinin sağlandığı bir yüzyıl olması için, sürekli savaşarak “güçlü olanın haklı ve egemen olduğu” bir dünya kurmak hedefinden vazgeçilmesi gereklidir.
Zengin yer altı kaynaklarından tüm milletlerin eşit olarak yararlanması, dünya barışını tehdit eden unsurların ortadan kaldırılması, ekonomik istikrarın sağlanması, demokratik rejimlerin güçlenmesi, insan hakları ihlallerinin engellenmesi, diktatörlerin ve tiranların zulümlerine son verilmesi, yaşam kalitesinin artması yalnızca ABD’nin ve Batılı güçlerin değil, aynı zamanda tüm Müslümanların da talebidir. Bazı stratejistler tarafından savunulan ve Müslümanları hedef gösteren yaklaşımlar, tüm İslam dünyasına karşı bir cephe oluşturmak anlamını taşır ki, bu da hem çok yersiz hem de çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Günümüzde dini yanlış yorumlayan, bazı hurafe ve batıl inanışların etkisiyle gerçek din ahlakından tamamen uzaklaşıp radikal bir tavır içerisinde olanlar yalnızca İslam dünyası içinde değil, Hıristiyan ve Yahudi alemi içinde de yer almakta ve dünya barışına büyük zarar vermektedirler. Bu zararın giderilmesi, radikal her türlü akımın önünün kesilmesi, itidalli, barışsever, medeni ve samimi dindar insanların ittifakı ile mümkündür. Böylece savaşı tek çözüm gibi sunan, güvenliğin ancak savaşarak sağlanacağı yanılgısına kapılanların telkinleri etkisizleştirilecek, daha çok kan ve gözyaşı akması ve daha fazla maddi kayba neden olacak girişimler engellenecektir.
|
ABD yönetimi içinde sertlik yanlısı olan bazı
çevreler, Ortadoğu’da düzen ve istikrarı savaşarak sağlamayı
hedeflemektedirler. Buna göre savaşı bir diğer savaş izleyecek, söz
konusu istikrar sağlama hedefi oldukça geniş bir coğrafyayı savaşın
içine sürükleyecektir. Oysa İslam Birliği’nin oluşturulması, böyle bir
savaş haline gerek bıraktırmayacak, kalıcı düzen ancak bu birlik
sayesinde tesis edilecektir.
(Üst) Star Gazetesi, 29.4.2003(Orta) Tercüman Gazetesi, 4.4.2003 (Alt) Yeni Şafak Gazetesi, 25.4.2003 |
Tarihte; Yunanlıların Babillilerden, Fenikelilerin Mısırlılardan, Arapların Yunanlılardan, Perslerin Orta Asyalılardan, Bizanslıların Araplardan, Batı Avrupalıların da Araplar ve Bizanslılardan etkilenerek ilerledikleri gibi, günümüzde de medeniyetler arasında uzlaşı temelinde kurulacak ilişkiler kültürel zenginlik ve ilerleme sağlayacaktır.
Bugün, bu şefkat kültürünün gelişmesine Batı’da ihtiyaç duyulduğu kadar İslam dünyasında da ihtiyaç duyulduğu görülmektedir. Zaman zaman bazı Müslümanlar, Kuran ahlakına ve Peygamberimiz (sav)’in sünnetine tamamen aykırı olmasına rağmen, diğer dinlerden ve milletlerden insanlara kötü davranmayı öngören bağnaz bir anlayışın etkisinde kalmaktadırlar. Oysa başta Peygamber Efendimiz (sav)’in dönemi olmak üzere tarih boyunca İslam toplumları, adalet ve şefkatin merkezi olmuşlardır. Geçtiğimiz 1400 yılın tarihi, diğer ülkelerde zulüm gören Hıristiyan ve Yahudilerin, Müslümanların korumasına ve merhametine sığınmalarının örnekleri ile doludur.
Bu gerçekleri göz önünde bulundurarak, barışa en çok ihtiyaç duyulan bu dönemde Müslümanların, Kuran’da emredilen ahlakı ve kutlu Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in hayatını temel alarak tüm dünyaya örnek bir model geliştirmeleri gerekmektedir.
Bu model, İslam coğrafyasına istikrar ve demokrasi getirmek iddiasında olan dış güçlerin, böyle bir iddiada bulunmalarına gerek bıraktırmayacak, İslam dünyasını kendi özündeki değerlerle düzenleyip geliştirecektir. Bunun öncüsü ise, kurulacak Türk İslam Birliği olacaktır.
Peygamberimiz (sav)’in Kitap Ehli’ne Tavrı Tüm Müslümanlara Örnek Olmalıdır
|
Allah barış yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Yunus Suresi, 25)
|
Allah Kuran’da Yahudileri ve Hıristiyanları Kitap
Ehli olarak isimlendirmiş ve Müslümanlarla, Kitap Ehli arasındaki
ilişkinin nasıl olması gerektiğini detayları ile bildirmiştir.
İslamiyet’in doğuşundan itibaren Müslümanlarla, Kitap Ehli arasında
şefkat ve anlayış ön planda olmuştur. Ehl-i Kitap, -her ne kadar
kitapları ve bazı inanışları sonradan tahrif edilmiş olsa da- temeli
Yüce Allah’ın vahyine dayanan birçok ahlaki değere, haram ve helal
kavramlarına sahiptir. Kuran’da Müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında
saygılı ve medeni ilişkiler kurulması teşvik edilir. Kitap Ehli’nin
yemeği Müslümanlara, Müslümanların yemeği de onlara helaldir; Müslüman
erkekler Kitap Ehli’nden kadınlarla evlenebilirler. (Maide Suresi, 5) Bu
hükümler, Müslümanlar ile Hıristiyan ve Yahudiler arasında sıcak
komşuluk ilişkileri ve akrabalık bağları tesis edilebileceğini, iki
tarafın birbirlerinin yemek davetlerine icabet edebileceğini gösterir.
Müslümanlar için her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örnek
Peygamber Efendimiz (sav)’dir. Hz. Muhammed (sav), Yahudi ve
Hıristiyanlara karşı her zaman son derece adil ve merhametli davranmış,
İlahi dinlerin mensupları ile Müslümanlar arasında sevgi ve uzlaşmaya
dayalı bir ortam oluşturulmasını istemiştir. Peygamberimiz (sav)
döneminde ve sonrasında, Hıristiyan ve Yahudilerin kendi dinlerini
diledikleri şekilde yaşamalarına izin verecek ve özerk cemaatler olarak
varlıklarını devam ettirebilmelerini sağlayacak anlaşmalar yapılmış ve
güvenceler verilmiştir. İslamiyet’in ilk yıllarında Mekkeli müşriklerin
eziyet ve baskılarına maruz kalan Müslümanların bir kısmı, Peygamber
Efendimiz (sav)’in öğüdüyle, Etiyopya’daki Hıristiyan Kral Necaşi’ye
sığınmışlardır. Peygamberimiz (sav)’le birlikte Medine’ye göç eden
müminler ise, Medine’de yaşayan Yahudilerle, sonradan gelecek tüm
nesillere örnek olacak bir birarada yaşama modeli geliştirmişlerdir.
İslam’ın yayılış döneminde de, Arabistan’daki Yahudi ve Hıristiyan
topluluklarına gösterilen tolerans, Müslümanların Kitap Ehli’ne karşı
şefkat ve adaletinin önemli birer örneği olarak tarihe geçmiştir.Mesela, Hz. Peygamber (sav), Hıristiyan olan İbn Harris b. Ka’b ve dindaşlarına yazdırdığı anlaşma metninde: “Şarkta ve Garpta yaşayan tüm Hıristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah’ın, Peygamberin ve tüm müminlerin himayesindedir. Hıristiyanlık dini üzere yaşayanlardan hiç kimse, İslam’ı kabule zorlanmayacaktır. Hıristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar” maddelerini yazdırdıktan sonra: “… Kitap Ehli’yle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: “Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuz.” (Ankebut Suresi, 46) ayetini okumuştur.29
Resulullah (sav)’in Kitap Ehli’nin düğün yemeklerine katıldığına, hastalarını ziyaret ettiğine ve onlara ikramda bulunduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. Hatta Necran Hıristiyanları, ziyarete geldiklerinde Hz. Muhammed (sav) onlara abasını sermiş ve oturmalarını söylemiştir. Peygamber Efendimiz (sav)’in, Mısırlı bir Hıristiyan olan Hz. Mariye (veya Meryem) ile yapmış olduğu evlilik de, bu anlayışın örneklerinden biridir. Peygamberimiz (sav)’in vefatının ardından da, Müslümanların Kitap Ehli’ne karşı gösterdikleri güzel ahlakın temeli, Hz. Muhammed (sav)’in hayatı boyunca bu topluluklara karşı gösterdiği şefkate dayanmaktadır.
THE GULF TODAY RÖPORTAJI,2 KASIM 2008
Adnan Oktar: Museviler, peygamber soyudur, bizim kendi
peygamberlerimizin torunlarıdır. Ve Hz. Musa’nın şeriatına tabi olan
insanlardır ve o şeriatı, yani o dini şu ana kadar yaşayarak devam
etmişlerdir. Dolayısıyla, peygamber soyundan olan bu tertemiz insanları
devletsiz bırakmak, milletsiz hale getirmeye kalkmak, topraklarından
sürüp çıkartmaya kalkmak, onlara yaşama hakkı vermemek hiç akılcı ve
vicdanlı bir tavır değil. Müslüman şefkatlidir, merhametlidir, sevgi doludur. Tabi ki, onlar da bizim kardeşimizdir, yaşam hakları vardır.Birinci
sınıf insanlardır, o bölgede istedikleri gibi yaşarlar, ticaret
yaparlar, sanatla uğraşırlar, bilimle uğraşırlar. Yani, niçin onlar
oradan sürülüp çıkarılsın ve neden huzursuz yaşasınlar veyahut huzurlu
yaşam hakları ellerinden alınsın? Bunu, makul hiçbir insan kabul etmez,
ben de kabul etmiyorum. Tabii ki huzur içinde mutluluk içinde
yaşayacaklardır, hayat garantileri olacaktır. Türk
İslam Birliği içerisinde bereket ve bolluk içinde yaşayacaklardır.
Kuran’ın hükmü ortada, Peygamberimiz (sav)’in sünneti, uygulamaları
ortada. Peygamberimiz (sav) zamanında Ehl-i Kitap son derece rahat
yaşıyordu, Ben-i İsrail son derece rahat yaşıyordu. O zaman Kudüs’te de
onlar yaşıyorlardı, İsrail bölgesinde yaşıyorlardı. Mutluluk ve bereket
içindeydiler, Peygamberimiz (sav) onlara karşı çok şefkatli ve sevecen
davranıyordu. Musevilerden kız alınabilir,
evlenilebilir, onların kestiği yenir, sofralarında oturulur, evlerine
gidilir, dost olunur, arkadaş olunur bu Peygamberimiz (sav) zamanında
olan bir uygulama ve bir sünnettir. Bu Hıristiyanlar için de aynı
şekildedir, Peygamberimiz (sav)’in hanımlarından bir tanesi biliyorsunuz
Hıristiyandı. Ki, bizim annemizdir, yani saygıyla sevgiyle andığımız
mübarek bir insandır. Bunu, bir tek Musevilik için söylemiyorum. Aynı
zamanda Hıristiyanlar da öyle, mutluluk ve huzur içinde yaşamak hakkı
olan, rahat yaşama hakkı olan, bereket ve bolluk içinde yaşama hakkı
olan ve bunun sevincini yaşadıklarını görmemiz gereken insanlardır. |
Müslümanlar Kitap Ehli’ne Adalet ve Şefkat ile Davranmışlardır
|
İçlerinde
zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın
dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: “Bize ve size indirilene iman
ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O’na teslim
olmuşuz.” (Ankebut Suresi,46)
|
Hıristiyanlık Filistin topraklarında doğmuş, ancak
dönemin baskıcı yönetimleri nedeniyle daha çok bugünkü Suriye ve Irak
bölgesinde yayılmıştı. Peygamberimiz (sav)’in, İslam’ı tebliğ etmeye
başladığı dönemde Arap Yarımadasının güneyinde de çeşitli Yahudi ve
Hıristiyan kabileleri bulunmaktaydı. Dolayısıyla İslamiyet’in doğuşundan
itibaren Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyanlar ile iletişim içinde
oldular.
İslam’ın yayılması ve güçlenmesi ile birlikte, bölgede yaşayan Kitap
Ehli, Müslümanların idaresi altına girdi. Bu dönemde de Kitap Ehli ile
Müslümanlar arasında anlayış ve şefkate dayalı yapı devam etti.
Peygamberimiz (sav) döneminde Hıristiyan ve Yahudi kabilelerle çeşitli
sözleşmeler yapılmış ve bu topluluklara kendi varlıklarını ve haklarını
garanti altına alacakları çeşitli emannameler verilmişti. Hıristiyan
kabilelerden Cerbalılar ve Erzuhlulara verilen emannameler, bunun
örneklerindendir. Bu belgeler, Müslümanların idaresine giren veya
İslam’ın hakimiyetini tanıyan Kitap Ehli’nin, hukuki, dini ve sosyal
haklarını garanti altına alan anlaşmalardı. Uygulamada herhangi bir
sorunla karşılaşıldığında, bu belgelere başvurularak sorunlar çözüme
kavuşturuluyordu. Örneğin, Dımeşkli Hıristiyanların bir sorun
karşısında, kendilerine verilmiş olan emannameyi dönemin halifesi Hz.
Ömer’e sunarak, çözüm talebinde bulundukları tarih kitaplarında yer alan
bir bilgidir.30Bu örnekte olduğu gibi, Hz. Muhammed (sav)’in vefatından sonra onun yerine gelen halifeler de, Peygamberimiz (sav)gibi Allah’ın adaletini uygulama konusunda hassas davranmışlardır. Fethedilen ülkelerde hem oranın yerli halkı, hem de yeni gelenler barış ve güven içerisinde yaşamışlardır. İlk halife Hz. Ebubekir’in Suriye seferine çıkışı sırasında verdiği şu talimat, Kuran ahlakının güzel bir örneğini teşkil etmektedir:
İslam’ın hızlı yayılışı, kısa sürede Hıristiyanların yoğun olarak yaşadıkları ve Bizans İmparatorluğu’nun iki önemli eyaleti olan Suriye ile Mısır’ın ve Sasanilerin egemenliği altında bulunan Irak’ın Müslümanların idaresine geçmesini sağladı. Bu dönem, Kitap Ehli’nin Müslümanların adaletine ve merhametine çok daha yakından şahitlik ettikleri bir dönem oldu. İslam idaresine giren hiçbir bölgede, Kitap Ehli’ne dinlerini değiştirmeleri, geleneklerini bir yana bırakmaları söylenmedi, bu konuda hiçbir baskı uygulanmadı. Mevcut sosyal düzeni değiştirecek, Hıristiyanları ve Yahudileri rahatsız edecek hiçbir haksız müdahale ve uygulamaya izin verilmedi. Öyle ki, Roma Katolik veya Bizans Ortodoks kiliseleri tarafından asırlardır baskı altına alınmış farklı Hıristiyan mezhepleri, Müslüman fetihlerini bir kurtuluş olarak görüyor, Müslümanların yönetiminde olmayı tercih ediyorlardı. Batılı tarihçi Philip K. Hitti’ye göre;Ey insanlar, kalpte uyacağınız on kural veriyorum: İhanet etmeyin ve hak yoldan ayrılmayın. Çocuğu, kadını ve yaşlı insanları katletmeyin. Hurma ağaçlarını yakıp yok etmeyin ve herhangi bir meyveli ağacı da kesmeyin. Develerden, sürülerden ya da yığınlardan herhangi birini katletmeyin. Kendiniz için saklayın. Hayatını uhrevi uğraşlara adamış kişilerle karşılaşacaksınız, onları münzevi hallerine bırakın. Çeşit çeşit yiyecekler sunan insanlarla karşılaşacaksınız, yiyin, fakat Allah’ın adını anmayı unutmayın.31
İslam’ın egemenliği altında, Doğu, bin yıldır süren Batı egemenliğinden uyandı ve kendini ifade etme imkanı buldu. Dahası, bu yeni fatihler (Müslümanlar) tarafından istenen vergi, eski yöneticiler tarafından istenenden çok daha azdı ve fethedilen halklar dini uygulamalarını daha büyük özgürlük ve daha az müdahale ile sürdürme imkanına kavuştular.32
|
Ey iman
edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir
topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O,
takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah,
yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi
ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor.
Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir,
görendir. (Nisa Suresi, 58) |
İslam idaresi altındaki Kitap Ehli’nin sosyal ve dini yaşamları incelendiğinde ortaya çıkan tablo şöyledir:İlk halifeler zamanında ve iç savaşın yaşandığı karmaşık yıllar boyunca bile, herhangi bir savaşta yaşanması olağan durumlar dışında, (Müslümanlar tarafından) fethedilen Bizans ve Pers toprakları üzerindeki Hıristiyanlara gösterilen muamele, dikkat çekici derecede iyilikseverdi.33
İslam topraklarında tam anlamıyla bir inanç özgürlüğü hakim olmuştur. Hiç kimse dinini terk etmeye zorlanmadığı gibi, bu topluluklardan isyan edenlere, tekrar hakimiyet altına alındıklarında da, aynı hürriyetler tanınmıştır. İslam idaresi, patrik seçimleri, din görevlilerinin atanması gibi önemli konularda dahi –birkaç istisna hariç- bir müdahalede bulunmamış, üstelik herhangi bir müdahalede bulunmayacağını çeşitli sözleşmelerle garanti etmiştir. Bu topluluklar kendi dillerini hem özel yaşamlarında hem de ibadet alanlarında diledikleri gibi kullanmaya devam etmişlerdir. Örneğin Bizans Kilisesi’nden kopan Nasturiler, onların kullandığı Yunancayı terk ederek Süryaniceyi kullanmak istediklerinde diledikleri seçimi yapabilmişlerdir. Hıristiyanlara ve Yahudilere ait tüm okullarda istenildiği gibi din eğitimi devam etmiştir. Bunun yanı sıra manastırlar başta olmak üzere –bu okullar dini liderlerin ve din adamlarının yetiştirildiği okullardır- özel dini eğitim veren kurumlar da özerk yapılarını korumuşlardır. Aynı şekilde, diğer dinlere mensup olanların ibadethaneleri Müslüman idareler tarafından özenle korunmuştur.
|
De ki: “Ey
Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye
(tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç bir şeyi
ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı
Rabler edinmeyelim.”
… (Al-i İmran Suresi, 64)… Kitap Ehli’nden bir topluluk vardır ki,
gece vaktinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye
kapanırlar. Bunlar, Allah’a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı
emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar
salih olanlardandır. (Al-i İmran Suresi, 113-114) |
|
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine)
teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle
hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!…
(Nisa Suresi, 58)
|
… Eğer Allah’ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder… (Hac Suresi, 40)
Kitap Ehli, geleneklerinin ve inançlarının önemli bir parçası olan bayramlarını da Müslüman idaresinde istedikleri mabette, istedikleri şekilde kutlamış, hatta kimi zaman Müslüman idareciler de bu kutlamalarda yer almışlardır. III. Nasturi Patriği’nin fetihlerin ardından arkadaşına yazdığı mektup, Müslüman yöneticilerin Kitap Ehli’ne karşı merhametini ve şefkatini bir Hıristiyanın ağzından anlatması bakımından güzel bir örnektir:
Araplar… bizlere hiç zulmetmediler. Gerçekten onlar, dinimize, din görevlilerimize, kilise ve manastırlarımıza hürmet gösterdiler…34İslam idarelerinin, Kitap Ehli’nin dini inançlarına gösterdiği saygı ve onlara tanıdığı özgürlüklerin yanı sıra, bu kişilere uygulanan adalet de dikkat çekicidir. Müslüman liderlerin adalet anlayışı, Kitap Ehli’nin kendi kanunlarının geçerli olduğu mahkemeleri bulunmasına rağmen, pek çok kişinin davasının İslam mahkemelerinde görülmesini istemesine neden olmuştur. Bir dönem İslam mahkemelerine başvuran Hıristiyanların sayısındaki artış, Nasturi Patriği Timasavus’un Hıristiyanları uyaran bir bildirge yayınlaması ile neticelenmiştir. Fetihlerle kazanılan topraklarda yaşayan Kitap Ehli, esir statüsünde değil, zımmi statüsünde görülüyor ve böylece hukuki bir statü kazanmış oluyorlardı. Zımmilik, cizye adı verilen belirli bir miktar vergiyi ödeyen ve Müslüman idaresini tanıyan gayrimüslimlere tanınan bir statü idi. Buna bağlı olarak can ve mal güvenceleri sağlanıyor, din ve vicdan hürriyetinden faydalanıyorlar, askerlikten muaf tutuluyorlar, aralarındaki anlaşmazlıkları kendi hukuklarına göre çözme hakkını koruyorlar ve eğer gerekli görülürse ödedikleri cizye de kimi zaman iade ediliyordu. Tarihçilerin büyük kısmı, zımmilerin dönemin şartlarına göre son derece anlayışlı ve adil bir biçimde yönetildiklerini kabul etmektedir. Ünlü tarihçi Bernard Lewis bu durumu şöyle ifade eder:
Peygamber Efendimiz (sav), “her kim zımmiye zulmeder veya taşımaktan aciz olduğu yükü yüklerse, o kimsenin hasmıyım” diyerek zımmilere gösterilmesi gereken tavrı müminlere tarif etmişti. Bu ahlak doğrultusunda Müslümanlar, kendi idareleri altındaki gayrimüslimlerin korunmasını önemli yükümlülüklerinden biri olarak görmüşlerdir. Bizans ordusu ile yapılan bir savaş sırasında, İslam ordularının gerekli korumayı kendilerine sağlayamayacakları bir ortam oluştuğunda, Müslümanların aldıkları cizyeyi halka iade etmeleri Peygamberimiz (sav)’in Müslümanlara öğrettiği güzel ahlakın önemli örneklerinden biridir.36 Müslümanların, zımmi halka gösterdikleri şefkat ve alakanın bir diğer güzel örneği de, Hz. Ömer’in yaşlı bir zımmiye söylediği, “gençliğinde senden cizye alıp da, ihtiyarlığında seni terk etmek olmaz” sözleridir.37 Gayrimüslimlerden cizye vergisi alınıp da Müslümanlardan alınmayışı da bir haksızlık olarak görülmemelidir. Çünkü Müslümanlara da askerlik yapma yükümlülüğü getirilirken, gayrimüslimler bundan muaf tutulmuştur.… Onların (zımmilerin) durumu, Batı Avrupa’da kiliseden ayrı düşünenlerin durumundan çok daha üstündü. Zımmiler, dinlerinin icaplarını serbestçe yerine getirme hakkına sahiptiler. İnançları için asla idam veya sürgün cezasına çarptırılmıyorlardı.35
AKHABER RÖPORTAJI, 2 Kasım 2008
Adnan Oktar: Bizim anlattığımız Türk İslam
Birliği, sevgiye dayalı, ırkçılıktan uzak, büyüklük iddiasından uzak.
Büyük olan Allah’tır, biz kuluz. Bütün milletleri seven, onları
da koruyup kollayan, Hıristiyanlara, Musevilere kucak açan, onları Türk
İslam Birliği’nin içine almak için can atan bir düşünce. Daha
önce böyle değildi. Türk Birliği iddiası vardı. Biraz kafatası düşüncesi
var içinde. En büyük, en güçlü ırktır, dolayısıyla diğer ırklar hiçtir
gibi mantığa götürebiliyorlardı. Halbuki öyle birşey yok. Bütün ırkları
Allah yaratıyor. Hepsi bizim kardeşimizdir. Türk İslam Birliği
içerisinde Rusya ihya olacaktır. Ermenistan’ın zaten Türk İslam
Birliği’nin içerisine girmesini istiyoruz. Gürcistan’ın Türk İslam
Birliği içerisine girmesini istiyoruz. Hatta İsrail’in de Türk İslam
Birliği içerisine girmesini istiyoruz biz. Bizim Karaim Yahudilerinden
bir sürü Türk kardeşimiz var. Velev ki, Türk olmasalar da, Hz. Musa’nın
evlatları, Hz. İbrahim (as)’ın evlatları, peygamber nesli. Alınlarından
öperiz biz onların inşaAllah. Yeter ki Allah’ı coşkuyla sevsinler, yeter
ki helale harama dikkat etsinler, yeter ki, peygamberlere, meleklere
karşı saygıları, sevgileri devam etsin. Öyle olduktan sonra zaten
ayrımız, gayrımız olmaz inşaAllah. |
AZERBAYCAN AZERNEWS RÖPORTAJI, 23 EKİM 2008
Adnan Oktar: Türkiye, büyük Türkiye olacak bu
kesin. Altını çizerek, net, yüzde doksan dokuz demiyorum, yüzde yüz.
Türk İslam aleminin lideri olacak. On yirmi yıl içerisinde bunu bütün
dünya görecek, ben de buradayım siz de buradasınız, herkes burada, bu
net. Allah’ın izniyle, bunun ikinci bir yolu yok, bu insanlığın kaderi
inşaAllah, bu şekilde olacak. Zaten İslam dünyasına Türkiye’nin
hakimiyeti var. Ama Türk ülkeleri zaten Müslüman ülkeler genelde. Fakat
Müslümanlığın içerisinde Hıristiyanlık ve Musevilik de kardeş olarak
görülen dinlerdir. Yani onlara Ehli Kitap gözüyle bakılır. Sevgiyle
bakılır. Türk İslam Birliği’nin bir parçasıdır onlar da. Mesela İsrail
de Türk İslam Birliği’nin bir parçasıdır. Çünkü Musevi dini de eski bir
İslam dinidir, ama tabii İslam gelince asıl din İslam olmuştur, o hükmü
kalkmış oluyor. Yani İslam esas olmuş olur. Peygamberimiz (sav)’in
getirdiği din esastır şu an. Fakat onların o şeriata uyması, o dine
uyması Kuran’ın kabul ettiği bir şey. Ehli Kitabın olacağını söylüyor
Allah, Ehli Kitap var diyor. Onları İslam’a çağırıyoruz ama Müslüman
olmasalar bile onlar Ehli Kitaptır. Yani hükmen. Çünkü Hz. Musa’nın
şeriatına sadakat gösteriyor, devam ediyorlar. Hıristiyanlık da Hz. İsa
(as)’nın dinine sadakat gösteriyor ve ona bağlı olarak onun ümmeti
olarak devam ediyorlar. Bunlara Ehli Kitap diyoruz biz. Onlarla
evlenilir, kızlarını alabilir Müslümanlar, evlenebilirler. Yemeği yenir,
kestiği yenir. Mesela Musevilerin kestiğini yersin. Yemekleri de
yeniyor, gider evlerinde yemeklerini yersiniz. Misafir olunur, sohbet
edilir, onun evine kalmaya gidebilirsin, o senin evinde kalmaya
gelebilir. Bu ne demektir? Çok sıkı bir dostluk ve kardeşlik havası
demektir bu anlatılan. Evleniyorsa bir insan, evlenip onu evine alıyorsa
ve karısı olarak değil mi onunla yaşıyorsa, hayatını birleştiriyorsa
nedir bu? Bu çok yoğun bir dostluk ve kardeşlik bağıdır. Türk İslam
Birliği’nin bir parçasıdır Hıristiyanlar da. İsteyen her İslam ülkesine
komşu olan Hıristiyan ülkeler de Türk İslam Birliği’ne girebilirler.
Davet edilir. İsterse rahatça girer. Yani sevinçle de kabul edilir bu.
Dolayısıyla Türkiye hem Müslümanların hem Hıristiyanların hem
Musevilerin lideri olmuş olacak inşaAllah. Yani lideridir, lideri de
olmuş olacak. Ve hepsine barış, huzur ve adalet sunacak. |
Tüm bu uygulamalar, Allah’ın Kuran’da iman edenlere emrettiği ahlakın bir gereğidir. Kuran ahlakını uygulayan Müslümanların idaresindeki topraklarda her zaman güvenlik ve barış hakim olmuştur. Halkın mutluluğunun ve refahının esas alındığı bu yönetimler, kendilerinden sonra gelen pek çok nesile örnek olacak bir sistem kurmuşlardır. Bugün de İslam dünyasının temel ihtiyacı Kuran ahlakına yönelmek ve Peygamber Efendimiz (sav)’in yolunu izlemektir.
|
… Tümü,
Allah’a, meleklerine, Kitaplarına ve elçilerine inandı. “O’nun elçileri
arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik.
Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sana’dır” dediler. (Bakara
Suresi, 285)
Şüphesiz, Kitap Ehlinden, Allah’a; size indirilene ve kendilerine
indirilene -Allah’a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır.
Onlar Allah’ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar.
İşte bunların Rableri Katında ecirleri vardır… (Al-i İmran Suresi, 199) |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder